Marmara Denizi’nde Basınç, İçimizde de Sermayeye Karşı Öfke Birikiyor

26 Eylül 2019, arka fonda jeoloji uzmanlarının tartışma sesi sürüp gidiyor. Sorular, kaygılar, paranoyalar birikiyor. Uzmanların kaygılı -ve biraz da kibirli- aklıselimi, yayıncının kaygıları, halkın paranoyaları iç içe geçiyor. “Marmara Denizi’nde basınç birikiyor” diyor uzmanlar. Haklılar, Marmara Denizi’nde basınç birikiyor. İnsanlar bu yoksulluk başkentinde mahallerinde inanılmaz ölçüde küçülmüş parklara doluşmuşlar. Zaman zaman videoları, fotoğrafları düşüyor sosyal medyaya. Basit bir internet aramasında hazır deprem çantalarının 250 liradan başladığını, iş görecek gibi olanların en az 600 lira olduğunu öğreniyorum. Devlet yetkilileri deprem çantalarının önemini vurguluyor, bravo onlara. Deprem çantası önemli, bir de dolaplarınızı duvara sabitlemek. Ama bu duvarları nereye sabitlesek? Devlet yetkililerinin bu soruya verecek cevaplarının olmadığını tahmin ediyorum.

 

Büyük İstanbul Depremi Denen Hipernesne

Hipernesneleri bize Timothy Morton takdim etti.i Hipernesneler, yerel tezahürler halinde beliren ama kendileri yerel olmayan nesneler: İklim değişikliği, kutup buzullarının erimesi, yeryüzünü dolduran petrokimya endüstrisi artıklarının toplu etkileri bu sınıftan nesneler. Bunları zaman zaman vuku bulan, insanların biyografilerinde ve toplumların dokularında bariz ve çoğu zaman yıkıcı etkiler yaratan yerel olaylarla ve ancak kısmen deneyimliyoruz. Büyük İstanbul Depremi (artık, daha zuhur etmeden özel bir isme sahip), böylesi bir hipernesne. Çatlayan binalarımızda, görece küçük depremlerle ayaklanan kaygılarımızda, erişimden kesilen baz istasyonlarımızda, sevdiklerimiz için duyduğumuz endişelerimizde o hipernesnenin yerel tezahürlerini deneyimliyoruz.

Kuşkusuz bu hipernesne, bize türümüzün, yani homo sapiensin ne kadar kırılgan bir varlık olduğunu hatırlatıyor en başta. Bu bizim düşüncemizin sınırlarını zorlayan bir şey. İstanbul’a şu veya bu sebeple, şu veya bu amaçla sığınan milyonlarca insan için dehşetli bir kuvvet yayan, çekim gücü olağanüstü bir varlık. Onun çekim gücü silip süpüreceği, dümdüz edeceği binalarda, yok edeceği gündelik ilişkiler, kaygılar ve lüks tüketimde açığa çıkıyor. En azından bunu öngörebiliyoruz. Elbirliğiyle ama eşitsiz bir biçimde, şevkle ya da mecburiyetle ama boyun eğe eğe inşa ettiğimiz, ihya veya yok ettiğimiz bu şehrin deprem risk haritasına, yani yıkımın kademeli haritasına bakıyoruz. Jeolojik bir kuvvet olarak deprem, şu denizlerimizi, dağlarımızı oluşturan jeolojik hareketlerin bir semptomu olan o deprem, aynı zamanda bir uygarlığın yıkımı için -kısmen- ölçülebilir bir harita sağlıyor bize. Deprem, yeryüzünün oluşumunun bir semptomu olduğu kadar, milyonlarca canlı yaşamının ve cansız yapıların yok oluşunun da müsebbibi. Bu hipernesne karşısında yapabileceklerimizin sınırı var. Kontrol edememek bir yana, tam olarak bilemiyoruz bile, ne zamanını, yerini ne de şiddetini, yıkıcılığını. Bizden sürekli kaçıyor, gizleniyor, geri çekiliyor, ancak göreli bir istatistik yöntem manzumesi çalıştırıp çeşitli kısmi tahminler oluşturabiliyoruz.

Bir Jeolojik Kuvvet Olarak Sermaye

Sermaye son birkaç yüzyıldır yeryüzünün kabuğu üzerinde (kuşkusuz kısmen uzay boşluğunda da) mühim bir jeolojik kuvvet olarak iş görüyor. Kuşkusuz birkaç yüzyıl jeoloji bilimi açısından anlamsıza yakın bir zaman olabilir. Ama insan yaşamı için kocaman bir zaman aralığı bu, homo sapiensin yeryüzündeki sözde hakimiyetinin kibrini doyasıya çıkardığı bir aralık üstelik.

Sermayeden bir jeolojik kuvvet olarak bahsettiğimizde, onun öncelikle semiyotik katmanda gördüğü işten bahsederiz. Yani her tür cisimsel malzemeyi önce ihtiyaç maddesi olarak göstergeleştirmesini, sonra da onu eşdeğerlik biçimi altında mübadele edilebilir bir metaya dönüştürmesini. Bitkiler, kuzular, inekler, sosyal ilişkiler; onların tohumları, meyveleri, eti, sütü, duygulanımsal etkinlikler; homo sapiensin bedenini üretmek ve yeniden üretmek için bir araya gelen ne varsa, önce genel bir ihtiyaç kategorisi altında göstergeleşir ve ardından parayla veya zorla, şu “genel eşdeğer” ile mübadele edilebilir bir niceliksel değerle (fiyat) işaretlenir. Fakat bu sadece öykünün görünen kısmı. Sermaye jeolojik bir kuvvet olarak sadece insan öznelliği diyebileceğimiz bedenli varoluşun üretimini koşullamaz, aynı zamanda yeryüzü kabuğunun o en ince, en küçük dokusunu biçimlendirir: Biz buna kent ve kır, ev veya çiftlik, arsa veya tarla deriz.

İşte şimdi Türkiye’de, İstanbul’da bu jeolojik kuvvetin, yani sermayenin biçimlendirdiği, biçimlendirirken canına okuduğu, eşitsiz parsalara böldüğü, devasa yoksul kitleler yarattığı ve yoksullarını yıkık dökük evlere mahkum ettiği bir gerçekliğin içinde yaşıyoruz. Rant, peşkeş, israf, ne dediğimizin bir önemi o kadar da yok. İstanbul’u deprem risk bölgelerine bölen çizgiler, AFAT’ın herkesin malumu haritası, içinde eski, harap binalara doluşmuş yoksulların ölümcül evlerini saklıyor. Kırmızı, sarı veya turuncu, hepimiz bu renklerin altında en kırmızının, o alev alev ölümcül kırmızının aslında kendi evlerimizde, binalarımızda yandığını biliyoruz. Depremden sonra toplanma alanlarının çitlenmiş olması, AVM’lerle, lüks sitelerle dolmuş olması bir yana, biz evden çıkabilecek miyiz?

Deprem yerbilmez bir hipernesne ise, onun yerel olarak zuhur edeceği, yani kapımızı çalacağı yerde bulunduğumuzu biliyoruz. Dolaplarımızı duvara sabitlesek de, deprem çantalarını -bir ihtimal- alabilsek veya derme çatma da olsa kendimizinkini hazırlasak da, hepimiz kafamıza inecek tavanı düşünüyoruz. Çünkü inecek. Yaşam üçgeni, biz yoksulların tek tutanağı. Ona sığınabilirsek ne mutlu!

 

Sınıf Mücadelesinin Aleniliği ve Bayağılığı Olarak Deprem

Sınıf mücadelesinin tarihin motoru olduğunu öğrendik. Bu “motor” metaforunun homo sapiensin küçük tarihindeki bir işleyişi tarif ettiğini biliyoruz. Sınıf mücadelesi, eşitsizliğe dayalı -zaten aksi mümkün değil- tüm devletli toplumların devinimlerinin üretken ve üretilmesi gereken koşuludur. İşte geldiğimiz noktada bu, bir yandan iklim kriziyle, diğer yandan da bizim için şu meşum depremle bir ölüm kalım sorununa dönüşüyor. Sınıf mücadelesi, öleceklerle hayatta kalacakları ayırıyor, sonluluğumuzun ıstırap dolu öyküsüne yıkıcı bir ayrım çizgisi daha yerleştiriyor.

Korkunç binalara ancak yerleşebilenler, ucuz kira dayatmasıyla, imkânsızlıklarıyla yok oluşa para ödüyor. Bu şehrin tüm yoksulları kendilerini etnisiteyle, cinsiyetle, anayasal yurttaşlıkla, cinsel yönelimle, dinle bölen o korkunç sınıfsal çizgilere artık ölüm/kalım çizgisini de ekliyor. Onun içinde düşünüyor, onun içinde eyliyor, var oluyor.

Marmara Denizi’nde basınç birikirken, sermayeye karşı da öfke birikiyor. Fakat adı hemen konulamayan bir öfke bu. Mukadderata inanç, tevekkül; iki bin yıldır yoksulları kendi saflarına çekmek için bin bir takla atan bir perdenin ardında kalsa bile o öfkeyi canlandırmak mümkün mü? Hipernesnenin problemi belki de, ne zaman yerelleşeceğini bilmemektir. Belki her şey için çok geçtir, belki de hâlâ zaman vardır. Büyük İstanbul Depremi, ardından korkunç bir şekilde sınıfsallaşmış gerçekliğimize karşı, yoksulları işe, yoksul mahallelere, ölümcül evlere mahkum eden sermaye düzenine karşı yıkıcı bir öfkeyi patlatabilecek mi?

İşte karşı karşıya olduğumuz gerçeklik bu. Depremin ölüm kalım sorunu kendini dayatıyor ve bu dayatma bize şunu fısıldıyor: yaşamak için sermayeyi, onun düzenini nihai olarak yıkmalıyız. Bir depremin arifesinde, sermayenin kuvvetleri ile çatışıyoruz. Bu çatışma bizim için son çatışma olabilir. Bayraklarımızın üzerine şunu yazmalı:

Ya Komünizm, Ya Toyekûn Yıkım!

Notlar

iTimothy Morton, Hyperobjects, University of Minnesota Press, 2013. Morton onlarla ekoloji üzerine yaptığı araştırmalarda karşılaştı. Morton için hipernesnelerin temel özelliği, yerbilmezlik [nonlocality], ağdalılık [viscosity] (yani üzerinize yapışıp kalması), zamansal salınım (yani insan ömrü için tahayyül etmesi güç bir zaman aralığına yerleşme), fazlılık (hipernesnenin boyut-aşırılığı, yani sadece kısmi ve yerel parçalar halinde zuhur etmesini koşullayan, bizimkine nispetle daha geniş bir faz uzayını işgal etmesi) ve nesneler-arasılıktır, bakınız: birinci kısım, s. 25-97. Sadece özellikleri sıralamak dahi depremin neden bir hipernesne olduğunu gösteriyor.

Yorum bırakın