Çocukluk Deneyimi Etrafında Krizi Yeniden Düşünmek

Bu metin, “Sınıf Mücadelesi: Krizler ve Çıkışlar” temalı 2019 Karaburun Bilim Kongresi’nde, “Ekoloji, Kent, Kriz ve Sınıf Mücadelesi” başlıklı B6 oturumunda sunulmuştur. Aşağıdaki versiyon, bu sunumun ses kaydının transkripsiyonundan hareketle ve bir takım eklemelerle oluşturulmuştur.

Bu çalışmada, kapitalist krizi ve sermayenin insan toplulukları ile ekosistem üzerindeki etkilerini çocukluğu ve çocukluk etrafındaki bütün bir deneyimi merkeze alarak düşünmeye çalışıyoruz. Öncelikle buradaki analiz boyunca kullanacağımız kavramsal çerçevenin takdimiyle başlayalım. Bu krizi biz de “ekonomik kriz” olarak tanımlıyoruz, ancak ekonomi kavramımız aşina olduğumuzdan biraz farklı. Ekonomiyi iktisat biliminin ilgisi dahilindeki gündelik iktisadi ilişkiler kümesi olarak değil, daha ziyade belirli bir toplumsal formasyonun gerçeklik üretiminin örtük varsayımları ve koşulları olarak tanımlıyoruz. Gerçeklik üretiminden kastımız şu: Hem bildiğimiz anlamda, meta deyince ilk akla gelen cisimsel veya cisimsel-olmayan tüketim nesnelerinin üretimi, hem insan öznelliğinin veya varoluşunun üretimi ve ayrıca belirli bir homo sapiens toplumunun/topluluğunun kendisini aşan ekosfere yerleşme, yani diğer ekosistemlerle bağdaşma biçimlerinin üretimi. Dolayısıyla her toplumsal formasyon için, bu üç düzeyde açığa çıkan gerçekliği alttan alta belirleyen ve adına ekonomi diyeceğimiz bir koşullar kümesini soyutlayıp analiz edebiliriz. Bizce, belli bir anlamda Marx’ın çalışmasında yaptığı şey de buydu.1

Diğer toplumsal formasyonları şimdilik bir kenara bırakırsak, kapitalizm ve çağdaş gerçekliğimiz söz konusu olduğunda Marx’ın işaret ve analiz ettiği iki temel koşul veya tüm diğer koşulları belirleyen iki temel örtük varsayımdan bahsedebiliriz: bir yanda her tür üretim aracından koparılmış, kendi yaşamlarının yeniden üretiminin denetimini kaybetmiş, her tür topluluk ilişkisi parçalanmış insan kümelerinin, yani proleterleştirilmiş canlı emeğin birikimi (proleterleştirme); diğer yanda ise mütekabil varsayım olarak her tür üretim aracının, her tür tüketim maddesinin, yeniden üretim için işe koşulan her tür sosyal bağın sermaye (para) biçiminde birikimi (sermayeleştirme).2 Dolayısıyla kapitalist toplumlarla birlikte diğer toplumsal formasyonlardan farklı olarak başlayan şey, kapitalist devletin bir yandan bu kökensel birikimin şiddetinin aracı olarak ortaya çıkması, diğer yandan da bu yeniden üretim işlevini, yani insanların canlı bedenlerinin ve topluluk ilişkilerinin yeniden üretimini bir polis veya yönetsel sorun olarak ele alıyor olmasıdır. Bu durum, Michel Foucault’nun biyoiktidar ve biyopolitika mefhumları aracılığıyla analiz ettiği bir probleme epey yakındır.3 İşte bilhassa canlı emeğin üretimi sorunu, bizim çocukluk deneyimi analizimizdeki en temel faktördür. Şimdi buraya kadar bahsettiğimiz canlı emeğin üretimi probleminin, çocukluk deneyimi ve kapitalist krizle ilişkisine bakacağız.

Çocukluk deneyimi ile kasttettiğimiz şey, bir homo sapiens yavrusunun erişkin bir homo sapiense yolculuğunda bütün bir toplumun ve onu örgütleyen kurumların dahil olduğu bir toplumsal süreçtir. Çocukluk deneyiminin, tekil bir homo sapiensin deneyimi olmadan önce aşırı derecede yapılandırılmış bir toplumsal süreç olduğunu söyleyebiliriz. Belki de bunun kanıtı, çocukluk mefhumunun farklı tarihsel-toplumsal bağlamlarda farklı anlamlara gelmesinde bulunabilir. Bugün çocukluk sosyolojisi ile ilgili çalışmalara baktığımızda, Ortaçağ Avrupası gibi bir dizi kapitalizm öncesi toplumda çocukluk mefhumunun var olmadığını görüyoruz. Kapitalizm öncesi toplumlarda “çocukluk deneyimi” olarak ilgimize (tıbbi, pediyatrik, klinik, pedagojik vb.) mazhar olan o pozitif nesnenin yerine, aynı dönemi erişkin olmama/erginlememe açısından değerlendiren bir negatif söylem vardır. Yani, çocukluk pozitif bir dönem, deneyim olarak değil, yetişkin-olma bakımından bir eksiklik olarak düşünülebilmiştir.4

8548222863_c0086cef6b_z_mUOPPhy.width-800

Modern (çağdaş) kapitalist toplumlarda çocukluğun pozitif bir nesne, indirgenemez bir dönem ve aynı zamanda bilimsel bir kategori olarak kurulumunun çapraşık ve çatışkılı bir tarihi olsa da, bu ilginin gerçek koşulu insan bedenlerinin emek-gücü üreticisi olarak belirmesinde bulunur. Çocuğa ve çocukluğa yönelik artan bu ilgi her ne kadar onun sosyal bir varlık olarak tanınmasına, barınma, eğitim, oyun hakları gibi haklarının kabulüne yol açsa da, kuşkusuz onun bir tüketim öznesi olarak görülmesini de engellememiştir. Hem bütün bir devletin, hem de özel kurumların/kuruluşların yarattığı ağ, daima sermayenin komutası altında iş görüyor ve çocukların bedensel, duygulanımsal, psişik ve zihinsel gelişimlerini hızlıca sermayenin ihtiyaçlarına tercüme ediyor. Neoliberal dalgayla gelen eğitimin özelleştirilmesiyle birlikte, bunun sonuçlarını, eğitim kurumları arası rekabette ve çocuklarını en iyi eğitim kurumuna göndermek isteyen ebeveynlerin artan kaygı ile çabalarında görebiliyoruz. Sakatlık/sağlamlık gibi dışlayıcı kategoriler ile bunun yarattığı kaygılar etrafında oyun terapilerinin, duyu merkezlerinin çoğalmasıyla, ebeveynlik ile pedagojik, klinik diğer kurumların dahil olduğu yeni bir dizi piyasasanın oluştuğunu söyleyebiliriz. Daha özce söylersek, çocuk hem kapitalist gerçekliğin üretiminin sonunda bulunur (yani, çocuk daima onu önceleyen üretilmiş bir gerçekliğe doğar ve o gerçeklik içerisinde gelişir); hem de daima o gerçekliğin üretiminin en başında bulunur (yani, çocuğun kendisi gerçekliğin üretimini sürdürecek canlı emeğin, sosyal ilişkilerin hammaddesi olarak görünür). Bunun anlamı, çocukluk deneyiminin eğitim, oyuncak ve gıda endüstrilerinin ve ayrıca pedagojik, tıbbi ve klinik iktidar oluşumlarının daimi nesnesi olmasıdır. Çocukluk deneyiminin ve ebeveynlik kurumunun değişimleri ve eğilimleri içerisinde kapitalist gerçekliğin izini sürerek, çocuğun büyüme-gelişme-sosyalleşme süreçleri boyunca krizin hem çocuğun dünyayla ilişkisini hem de ebeveynlerin kaygı ve eğilimlerini nasıl belirlediğini görmek, bizi krizin somut doğasına yaklaştıracak bir mercek işlevi görecektir.

Kent merkezlerinde, oyun alanlarının giderek yok olmasıyla birlikte “oyunun” bir metaya dönüştürülmesi -ki geçmişi kuşkusuz oyuncak sektöründedir- ve alışveriş merkezlerinin sıkıca yapılandırılmış oyun alanlarının kısıtlı süreyle erişilebilir yegane alanlar olarak ortaya çıkması kentsel krizin bir semptomudur. Sokakta oynayan çocuk imgesi, nostaljikleştirildiği için meselenin ehemmiyetine vakıf olamıyoruz. Mesela ağaca tırmanamayan, toprağı deşemeyen, taşın sertliğine, çimin dokusuna, yaprağın yumuşaklığına, çamurun ıslaklığına erişemeyen çocuklarda motor fonksiyon sorunları ve duyusal gelişim eksiklikleri; taklit edeceği hayvanlarla etkileşimini kaybeden çocuklarda öğrenme ve iletişim güçlükleri;5 mahallelerde, sokakta irili ufaklı çocuk çetelerinin içinde çatışma, problem çözme ve işbirliği süreçlerine dahil olamayan çocuklarda ise sosyalleşme problemleri daha fazla görülebiliyor. Ebeveynler bunların bir sonucu olarak oyun terapileri ve duyu merkezleri gibi yerlere yönlendirilmek durumunda kalıyorlar. Bu sayede oyun sadece metalaşmakla kalmamakta, aynı zamanda klinik bir nesne haline de gelmektedir. Böylece görece kendiliğinden bir yapıya sahip olagelmiş olan oyun, bir kurumdan talep edilen, bu yolda ciddi paralar harcanan bir ürün olarak ortaya çıkmaktadır. Oyun üzerine kurulan bu kısa örnek de gösteriyor ki, bütün bu çocukluk deneyimine dahil olan her şey bir şekilde sermayenin komutasına giriyor ve kapitalist mübadelenin ve denetiminin konusuna dönüşüyor.

Şimdiye kadar çizdiğimiz kısa manzara bize şunu gösteriyor: Çocuk en az iki özne olarak, bir yandan ebeveynlerinin dolayımıyla bir tüketim öznesi olarak, diğer yandan da potansiyel veya çocuk işçiliğinde olduğu gibi fiili emek öznesi olarak karşımıza çıkıyor. Aynı zamanda, bir klinik nesne veya bilimsel nesne olarak karşımıza çıkıyor. Bunun en kötü örnekleri, nazizim altında yürütülen klinik deneylerdi. Bu ırkçı, öjenik, etik dışı deneyler, kapitalist toplum içinde belli bir “rasyonaliteye” sahiptir.

Çocukluğa bu ilgiye bakmak, sermayenin işleyişiyle alakalı daha temel bir şey de söylüyor bize. Bir çocuğun döllenmiş yumurtadan ergin bir bireye dönüşme sürecine ontogenez (bireyoluş) deniyor. Kapitalizm dediğimiz şeyin, daha doğrusu sermayenin, her tür ontogenez ve filogenez (türoluş) sürecinin denetimini ele geçirmeye çalışan bir toplumsal makine olduğunu söyleyebiliriz.6 Daha genel bakımdan bir ekonominin, yani koşulların ve varsayımların yaptığı şey, çeşitli (pedagojik, klinik, ailevi, sportif vb.) kurumlar aracılığıyla belli bir örtük potansiyeller (virtüel) arasından -bir insan bedenin örtük potansiyelleri söz konusu olduğunda, eylem olanakları, duygulanımsal kudretler, bilişsel kapasiteler olabilir-, mübadele edilebilir, denetlenebilir, ölçülebilir ve o toplumun dokusuyla uyumlu bir eylem-algı kümesini seçmektir.7 Bu, hepimizin bildiği üzere, Marx’ın deyimi ile emek-gücü öznesinin üretime tekabül ediyor.

resized_d22bc-5ea897fa9726_10428

Elbette buraya kadar ortaya koyduğumuz şeyler, tüm çocukların çocukluk deneyiminin aynı olduğu, tüm çocukların eşdeğer süreçlere maruz kaldığı anlamına gelmez. Emek-gücü öznesinin üretimi süreci etnik, cinsiyete dayalı ve sınıfsal olarak bölümlenip, eşitsiz ve hiyerarşik biçimlerde bölüştürülür. Sömürgeleştirme örneğin, sömürgeleştirilen toplulukların çocuklarının kaba kol gücüne, daha zorlu yaşam koşullarına, daha kötü kentsel ve kırsal alanlara itildiği bir süreçtir. Bunun en çarpıcı örneklerinden biri belki de, çoğunluğunu savaş ve yoksulluk nedeniyle göç eden Kürt ailelerinin yerleştiği, Ümraniye Hekimbaşı Mahallesi’ndeki çöplüğün patlamasıdır. Çöplük yığılma sonucu oluşan metan gazı sıkışmasıyla patlamış ve en yakındaki yoksul mahallesinin üstüne akmış, aralarında çocukların da olduğu otuz dokuz kişinin yaşamını yitirmesine sebep olmuştu.8 Fakat bu patlama olmadan önce de o aileler ve çocukları, çöplüğün hemen yanında, bir çöplük ekosisteminde yaşıyorlardı. Bu bize aslında, kentsel mekânın eşitsiz bölüşümünün sonucu olarak, birçok başka hakkın yanında, üç temel çocuk hakkının ihlâl edildiğini gösteriyor: kirlenmemiş doğaya erişim hakkı, kirlilik kaynaklarından korunma hakkı ve oyun hakkı. Zira çocuk bir sürü kirlilik ve hastalık etkeninin kol gezdiği bir alanda yaşıyor. Bu çocuklar için “doğa”, yani çevreleyen-dünya (umwelt) bir korku, hastalık ve ölüm alanına dönüşüyor. İşte içinden geçtiğimiz ekolojik krizin, özellikle yoksulluk üzerinden çocukluk deneyimi ile ilişkisine en yoğun şekilde burada temas ediyoruz.

screenshot_5_jpg1519720566

Temiz hava, su ve gıda kaynaklarının, yani kentsel ve kırsal ekosistemlerin (ormansızlaştırma, HES, JES, RES, yol yapımı, imara açma gibi) çeşitli yollarla kaybıyla eşgüdümlü olarak, hem ebeveynler nezdinde hem de çocuklar açısından doğa ölüm alanına dönüşerek, etkileri belirsiz bir korku nesnesi olarak ortaya çıkıyor ve çocukların doğayla ilişkisi de, özellikle ebeveynler için bir tetikte olma haline ve endişe kaynağına dönüşüyor. Doğa burada henüz düşman değilse bile, içeriği tam olarak bilinmeyen, belirsiz ve tekinsiz bir unsur olarak beliriyor. Bu korku, ebeveynlerin çocuklarını doğadan veya bilmedikleri yaşam alanlarından koparıp, daha steril ve kapalı alanlara sıkıştırmasının da bir sebebi olabiliyor. Ya da başka bir deyişle, açık ve belirsizliğin görece yoğun olduğu ekosistemlerden, daha kapalı, daha belirlenebilir olanlara göçü (taşınma anlamında olmasa bile pratiklerin yapılanması anlamında) tetikliyor. Dahası, tüm bir “organik gıda sektörü” bu kaygıyla beslenip, bu kaygıyı sermaye olarak da biriktiriyor. Ekolojik krizin “kırsal” alanın (insani ve insanötesi ekosistemlerin) tahribiyle ilişkili veçhesinin ötesinde, kentsel peyzajın yeniden bölüşümü, oyun alanlarının yıkımı ve diğer kentsel sorunlar bulunuyor. Ekolojik krizin bu daha ziyade insan ekolojisini ilgilendiren yıkıcı sonuçları, ebeveynleri çocukları karşısında imgesi giderek junglela özdeşleşen bir kentte, korumacı/paternalist reflekslere itiyor. Dolayısıyla “korunmuş/çitlenmiş”, bilinen ve denetim altındaki yerlere (alışveriş merkezindeki oyun alanları gibi) çekilme arzusu, kapitalizm tarafından yakalanan ve dönüştürülen, işletilen bir talep döngüsü yaratmaya başlıyor. Krizle gelen bütün bu kaygıların temel nedenlerine karşılık veren temel ve güçlü alternatifler oluşturulmadığı müddetçe, bu sorunlar da sürekli olarak kapitalist bir tarzda çözüme kavuşuyor. Az önce bahsettiğimiz oyun terapilerine ek olarak, organik gıda piyasası ve bu piyasaya ebeveynlerin ilgisi de bu çözümsüzlüğün sonucudur.

ŞİFALI SU İÇİN YOLU ULAŞIMA KAPATTILAR RİZE’NİN İKİZDERE İLÇESİ ŞİMŞİRLİ KÖYÜNDE YAPILACAK HES SANTRALİ İLE KÖYÜN SAHİP OLDUĞU ŞİFALI SUYUN KAYBOLACAĞINI İDDİA EDEN KÖY SAKİNLERİ YÜRÜYÜŞ YAPARAK RİZE-ERZURUM KARAYO

Şimdiye kadar hem kır hem de kent ekosistemlerinin dönüşümünün ve yıkımının yarattığı ekolojik krizin çocukluk deneyiminin daha ziyade bedensel-organik veçhelerinde yarattığı etkilerden bahsettik. Fakat mevcut krizin daha farklı bir düzeyde bir öznellik krizi olarak da konumlandığını görüyoruz ve bu düzeyde, bedensel-organik etkilere bilişsel-psişik etkiler de dahil oluyor. Bu krizi anlamak üzere, biraz gerilere gitmemiz gerekecek. Bizi sarıp sarmalayan mevcut kriz, 68’in küresel çaptaki devrimci dalgasının yıktığı eski kapitalist öznelliğin yerine bir şey konulamamasından doğuyor. Yani bu sömürgecilik karşıtı, ataerki karşıtı, kapitalizm-emperyalizm karşıtı, ikili-cinsiyet rejimi karşıtı mücadeleler silsilesi egemen kapitalist öznellik biçimi olan ve cogito, rasyonel insan, birey, yurttaş ama en önemlisi “insan” adıyla tanınan modern öznelliği dağıttı ve onun aslında düpedüz erkek-avrupalı-beyaz-heteroseksüel-insan olduğunu ifşa ederek, onun evrensellik maskesini paramparça etti. Fakat bu saldırı çizgisi, mevcut kapitalist öznelliğin yerine yeni bir özneleşme dinamiği koyamadı. Yani, devrimci durum gerçek bir devrime ilerlemedi.9 Diğer yandan, kapitalist toplumlarımız da öznellik krizine yanıt üretmek yerine, hatta tam da bu konuda yetersiz olduğu için, 80’lerden itibaren krizin yönetilebilir kılındığı bir çağdaşlığa girmiş bulunduk. Bu dönemi hepimiz modernizm-sonrası, insan-sonrası vb. gibi terimlerle düşünüyoruz bugün. Bu çağdaşlığın, krizin bizzat yönetsel bir unsura dönüşmesinin semptomlarını etno-faşist, dinci-faşist oluşumlarda, ataerkinin yoğunlaşan şiddetinde vb. buluyoruz. IŞİD gibi oluşumlar bünyelerinde öznellik krizine verilemeyen devrimci yanıtın tüm arızalarını toplamıştır. Gezegen çapında kimlik merkezli paranoyaların kol gezdiği bir çağdaşlık bu. Bunu çocukluk deneyimi açısından, örgün eğitim sistemlerinin, pedagojik yaklaşımların reformlarında, çocukların yedeklenmeye çalışıldığı kimlik ve yaşam tarzı imgelerinin sayısız varyasyonlarında saptıyoruz. Çocuklara vadedebileceğimiz yeni bir öznelliğin yokluğunda onları Türkiye’deki gibi dinî cemaat ve oluşumlara yönlendiren eğitim sistemi birebir bu öznellik krizinin tezahürüdür. Bu kriz, önce mevzubahis saldırının, ardından da neoliberal uygulamaların aşındırdığı modern ödipal ailenin çözülmesiyle şiddetleniyor. Borçluluk ve güvencesizlik, insan varoluşunun ortak temeli haline geldiği oranda, “ailevi değerler” ve aileye duyulan mistik güven dağılarak, hem evlilik hem de boşanmada çıplak şiddetin yoğunlaşmasına, daha doğrusu görünür olmasına, ebeveynler arası ve ebeveynler ile çocuklar arasındaki bağların gevşemesine yol açıyor. Giderek daha fazla özgüven, bağlanma sorunu yaşayan, bu sorunları aşmak üzere bağımlılıklara, sahte bağlılıklara girmeye daha eğilimli çocuklar üretmeye başlıyoruz.

Bu öznellik krizinin yine dikkat çekici bir veçhesi de daha ziyade sermayenin talep ettiği emek gücü öznesinin, canlı emek bileşiminin değişiminde izlenebilir. Talep edilen/dayatılan daha bilişsel, daha zihinsel emek biçimleri, ebeveynleri çocuklarını emek-gücü rekabetine hazırlamak üzere daha fazla dijital aygıt ve arayüzleriyle, bilgisayarlarla çevrelemeye itiyor. Bu, çocuk için yeni bir problem yaratıyor: çocuk artık ötekinin bedenine kendi etten gerçekliği içinde giderek daha az temas ediyor, o beden dijital gösterge zincirleriyle ikame ediliyor. Dolayısıyla en temel canlılık deneyimlerinden biri olan “başka birinin acı çekebilirliği” gibi özgül bir deneyim ortadan kaybolma eğilimi kazanıyor.10

Temas ettiğimiz bütün bu kritik noktalarda, kapitalist gerçekliğin krizinin en iyi takip edilebildiği noktalardan birinin çocukluk deneyimi olduğu görülebilir. Fakat tersinden de, çocukluk deneyiminin yapılandırılma biçimlerinin tarihsel dönüşümü de, en azından kapitalist toplumda, krize ve sınıf mücadelesine bağlıdır. Fakat şimdi ilk noktadan bir dizi çıkarım yapabiliriz. Kısaca özetlersek, kapitalist topluma entegrasyon sürecinde bir çocuk ödipalleştirilir, cinsiyet ve cinsel yönelim açısından sabitlenir, etnik ve ırksal açıdan nitelenir ve dinî olarak tanımlanır, en önemlisi de, emek-gücü üreticisi olacak şekilde kapasiteleri yapılandırılır. Yani çocuk kendi örtük potansiyellerini açarken ailenin, eğitim kurumlarının ve daha geniş iktidar oluşumlarının çeşitli operasyonlarıyla karşılaşır. Kuşkusuz bu farklı kurumlar bir çocuğun bedeninden, ataerki, heteronormativite, sömürgecilik vb. gibi sermaye açısından uyumlu kapasiteler, eylem-algı çoklukları yaratmaya başlar. Bu çokluklar daha sonra kimlik (tanınabilir biçimler, algılanabilir eylemler, mübadele edilebilir algılar vb.) olarak ortaya çıkacak örüntüleri oluşturacaktır. Kimlik sayesinde sermaye, bireysel(leşmiş) bir bedeni uygun toplumsal bölüme (segment) yerleştirecek, birçok bakımdan ayrıcalık/dışlanma ilişkisinin içine pay edecek, bunun karşısında da ona toplam zenginlikten bir yeniden-üretim payı (hisse, ücret, borç, haz ve zevk vb.) verecektir (bölüşüm).

3500

Fakat yine de, krizi yaratan mücadele dinamiklerinin, sermayenin tüm niyetlerine rağmen, kapitalizm ötesi kesişimlerin olanaklarını da yarattığını iddia ediyoruz. Bugün HES karşıtı mücadeleye baktığımızda, bu mücadelenin temelde kırsal alandaki köylünün öncelikle kendi geçimlik olanaklarını, gıda kaynaklarını, sulak arazilerini korumaya yönelik bir mücadele olduğu görülüyor. Bu, Ramachandra Guha, Joan Martinez-Alier ve Rob Nixon gibi yazarların “yoksulların çevreciliği” olarak adlandırdığı şeydir.11 Yani bu mücadeleler, doğrudan veya dolaylı olarak, kırsal ekosistemin diğer canlı türleri için de verilir. Bugün genel olarak HES, yani aslında daha fazla enerji talebini doğuran şeyin, kentteki ofislerin, fabrikaların vb. enerji ihtiyaçları, yani metropollerde bizzat kapitalist işin dayatılması olduğunu fark ettiğimizde, aslında kentteki kapitalist iş karşıtı mücadelelerin ve sağlıklı gıdaya erişim mücadelelerinin de, kırdaki bu HES, RES, JES, yol karşıtı mücadelelerle kesiştiğini fark edebiliriz. Dolayısıyla ilk anda görünmeyen ama tüm şiddetiyle var olan bu kesişimlerden hakiki bir politik ortaklık biçimleri icat etmenin önemine işaret etmek istiyoruz. Yani kentte hem kendileri hem de çocukları için “organik” gıda arayışına giren ebeveynlerin çabası, Karadeniz’deki kadınların mücadelesiyle hemhal olmak zorundadır. Bugün aynı zamanda, Greta Thunberg’in tetiklediği ve dünya çapında, öyle veya böyle, çocuklar ile yetişkinlerin destek verdiği gezegen için mücadeleleri, diğer eşitlik mücadeleleriyle eklenebildiği zaman, hem dar anlamda daha güçlü bir ekoloji ve doğa politikasına doğru ilerleyebilir, hem de kapitalizmi yıkacak devrimci bir mücadelenin ortak zeminini kurmaya başlayabiliriz. Zira bu mücadeleler halihazırda, kapitalist olmayan yeni bir gerçekliğin, homo sapiens için yeni öznellik tarzlarının olanaklarını yokluyor ve insan-gezegen, insan-diğer canlılar ve insan-insan ilişkilerine dair yeni perspektiflere duyulan ihtiyacı haber veriyor. Biz de bunun üzerine düşünmenin ve bu ortaklıkları çoğaltmanın gerekliliğine inanıyoruz.

Kaynakça:

Berardi, Franco “Bifo” (2012). Ruh İşbaşında. (Çeviren: Fırat Genç). Metis Yayınları.

Deleuze, Gilles & Guattari, Félix (2014). Anti-Ödipus. (Çeviren: Fahrettin Ege & Hakan Erdoğan & Mustafa Yiğitalp). BS Kitap.

Deleuze, Gilles & Guattari, Félix (28 Mayıs 2016). “68 Mayıs’ı Hiç Yaşanmadı”. (Çeviren: Mahir Ender Keskin). Kavram ve Duyum: kavramveduyum.blogspot.com. https://dar.vin/68hicyasanmadi (04 Ekim 2019’da erişildi)

Foucault, Michel (2013). Güvenlik, Toprak ve Nüfus. (Çeviren: Ferhat Taylan). İstanbul Bilgi Üniversitesi Yayınları.

Foucault, Michel (2015). Biyopolitikanın Doğuşu. (Çeviren: Alican Tayla). İstanbul Bilgi Üniversitesi Yayınları.

Guha, Ramachandra & Martinez-Alier, Joan (1997). Varieties Of Environmentalism: Essays North And South. Routledge.

Lazzarato, Maurizio (2016). Göstergeler ve Makineler. (Çeviren: Ferda Nur Demirci). Otonom Yayınları.

Marx, Karl (2011). Kapital I. (Çeviren: Mehmet Selik & Nail Satlıgan). Yordam Kitap.

Marx, Karl (2013). Grundrisse I. (Çeviren: Arif Gelen). Sol Yayınları.

Nixon, Rob (2011). Slow Violence and The Environmentalism of The Poor. Harvard University Press.

Özarslan, Aylın Dikmen (2017). Çocuk ve Çocukluk Sosyolojisi. Resse Kitap.

Read, Jason (2016). The Politics of Transinduvality. Brill.

Topuz, Hüseyin Şevki (11 Mayıs 2018). “1993 Yılında 39 Kişinin Ölümüne Sebep Olan Felaket: Ümraniye Çöplük Patlaması”. Ekşi Şeyler: seyler.eksisozluk.com. https://dar.vin/hekimbasi (04 Ekim 2019’da erişildi).

Notlar:

1Buradaki ekonomi kavramımız, az çok Marx’ın Grundrisse‘nin “M Defteri” boyunca tartıştığı “üretimin belirlenmişliği” tartışmasını yankılıyor: “Demek ki, biz üretim dediğimiz zaman, sözkonusu olan, her zaman toplumsal gelişmenin belirli bir aşamasındaki üretimdir — toplumsal bireylerin üretimidir. Dolayısıyla, genel olarak üretimin sözünü etmek için, ya değişik aşamaları boyunca tarihsel gelişim sürecini izlemeli, ya da belirli bir tarihsel dönemin ele alındığı, örneğin gerçekte bizim asıl konumuz olan modem burjuva üretimin ele alındığı, baştan belirtilmelidir. Ama üretimin bütün dönemlerinin bazı ortak nitelikleri, bazı ortak belirlenimleri vardır. Genel olarak üretim soyut bir kavramdır, ama ortak özellikleri gerçekten saptayıp belirlediği ölçüde bizi yinelemelerden kurtaran ussal bir soyutlamadır. Bununla birlikte, bu genel niteliğin, ya da karşılaştırma yoluyla yalıtılan bu ortak öğenin kendisi, öğeleri birbirinden ayrılarak değişik belirlenimlere bürünen eklemlenmiş karmaşık bir bütün oluşturur.” Karl Marx, Grundrisse I. (Çeviren: Arif Gelen), Sol Yayınları, 2013, s. 23. Ekonomi ile kastettiğimiz şey, tam olarak bu belirlenimlerin koşullarıdır.

2Marx bu iki süreci “kökensel -ilksel- birikim” olarak analiz eder., bakınız: Karl Marx, Kapital I, (Çeviren: Mehmet Selik & Nail Satlıgan), Yordam Kitap, 2011, s. 686-731.

3Michel Foucault biyoiktidarı ve daha sonra biyopolitikayı sırasıyla iki (1977-78 ve 1978-79) Collège de France dersinde inceler, bakınız: Michel Foucault, Güvenlik, Toprak ve Nüfus, (Çeviren: Ferhat Taylan), İstanbul Bilgi Üniversitesi Yayınları, 2013 ve Michel Foucault, Biyopolitikanın Doğuşu, (Çeviren: Alican Tayla), İstanbul Bilgi Üniversitesi Yayınları, 2015.

4Aylın Dikmen Özarslan, Çocuk ve Çocukluk Sosyolojisi, Resse Kitap, 2017.

5Bir homo sapiens yavrusunun çevresindeki canlıları (hayvandan insana bütün primatları) taklit etmesi öğrenim sürecinde ve gelişim aşamasında büyük önem taşır. Bunun sebebi bir çocuğun taklit yoluyla dil gelişiminin ve sosyal becerilerinin gelişimini sağlıyor olmasıdır. Çocuk yeni öğrendiği davranışı/bilgiyi/deneyimi gözlemler, model alır ve taklit eder. Bu yüzden otizm, down sendromu gibi gelişimsel farklılık yaşayan çocukların eğitimine önce taklit becerisinin kazandırılması hedefiyle başlanır.

6Ontogenez süreci üzerindeki etkin denetimin kapitalist toplumlarda nasıl kurulduğuna dair bakınız: Jason Read, The Politics of Transinduvality, Brill, 2016. Filogeneze gelince, genetiği değiştirilmiş organizmalar gibi çağdaş fenomenler, sermayenin canlı gruplarının soysal özelliklerine, patentlerle mülk edinilip gizlenmiş yollarla doğrudan genetik müdahalesinin en bariz örneğidir. Fakat genel olarak kapitalist tarımcılık ve çağımızda insan genomuyla ilişkili distopik transhümanist eğilimler genetik ve filogenetik denetimin daha büyük tehlikelere gebe olduğuna dair sinyallerdir.

7Eylem-algı kümelerinin seçiminin sermaye ile öznellik arasındaki bağa dair önemi için bakınız: Maurizio Lazzarato, Göstergeler ve Makineler, (Çeviren: Ferda Nur Demirci), Otonom Yayınları, 2016, s. 31 ve devamı. Lazzarato için bu seçme/dayatma işlemi “makinesel kölelik” olarak tanımlanmalıdır. Zira, bu işlem sayesinde sermaye, doğrudan kişisel bedenleri değil, beden parçalarını teknik makinelerle ilintilemek yoluyla kişi-öncesi kuvvetleri seferber eder.

8Patlamanın öncesi ve sonrasıyla ilgili derli toplu bilgiler için bakınız: Hüseyin Şevki Topuz, “1993 Yılında 39 Kişinin Ölümüne Sebep Olan Felaket: Ümraniye Çöplük Patlaması”, Ekşi Şeyler: seyler.eksisozluk.com, (11 Mayıs 2018), https://dar.vin/hekimbasi (04 Ekim 2019’da erişildi).

9Bununla ilgili olarak çok sayıda yazı ve kitap bulunabilir. Öznellik ve 68 bağlamına dair öncelikle bakınız: Gilles Deleuze & Félix Guattari, “68 Mayıs’ı Hiç Yaşanmadı”, (Çeviren: Mahir Ender Keskin), Kavram ve Duyum: kavramveduyum.blogspot.com, (28 Mayıs 2016), https://dar.vin/68hicyasanmadi (04 Ekim 2019’da erişildi).

10Dijitalin gücünün damga vurduğu çağımızda “ötekinin bedeninin yitip gidişini” günümüzün ruhsal ve politik sorunu olarak belirleyen Franco “Bifo” Berardi’dir, bakınız: Franco “Bifo” Berardi, Ruh İşbaşında, (Çeviren: Fırat Genç), Metis Yayınları, 2012, s. 100.

11Ramachandra Guha & Joan Martinez-Alier, Varieties Of Environmentalism: Essays North And South, Routledge, 1997; Rob Nixon, Slow Violence and The Environmentalism of The Poor, Harvard University Press, 2011.

Yorum bırakın