Bir Kent Yolsulluğu Deneyimi Olarak Öğrencilik

Sınıf mücadelesinin son yirmi, otuz yılda aldığı özgül biçimler ile emek süreçlerinin örgütlenme tarzlarının ve sınıfın teknik bileşiminin dönüşümü kendini daha ziyade, özellikle de Türkiye’de, sayıları hızla çoğalıp yeni işçi kuşaklarını hızla bünyesine çeken yüksek öğrenim kurumlarının etrafında kümelenen öğrenciler içinde görüşe çıkarıyor. Nedenleri ve nasılları şimdilik bir kenarda dursun, fakat bu dönüşümler öğrencilik deneyiminin kendisini ekonomik, sosyal ve varoluşsal bakımdan dönüştürdü. Özellikle sosyal hakların aşikâr gerilemesi ve kamu kaynaklarının bölüşümünün genel adaletsizliği ile birleştiğinde, öğrenciliğin, en ücra kentlerden metropol ve megapollere varana kadar kent yoksulluğu deneyiminin -mültecilerin, göçmen işçilerin ve bir dizi grubun yanı sıra- mühim bir parçasını oluşturduğu söylenebilir.

Belki de, “öğrenciler sınıfsal olarak homojen değil ki”, denecektir. Evet, elbette. Dahası cinsiyet, cinsel yönelim, etnisite, yurttaşlık (temel haklar) ve diğer bir dizi bakımdan da homojen değiller. Fakat yine de, sermaye açısından öğrenci yoksulluğunun salt bir sonuç değil, temel bir durum, dahası bir hedef olduğunu söylemek gerekir. Öğrenci yoksulluğunun stratejik olarak hedeflenmesi (planlanması, uygulanması ve sermaye tarafından “meyvelerinin toplanması”), en temelde, kapitalizm için sürekli olarak yeniden üretilmesi gereken temel bir koşulun varlığı nedeniyledir: yaşamak için emek-gücünden başka hiçbir şeyi kalmayan büyük kitlelerin üretimi, yani proleterleştirme.  Dolayısıyla buradaki sorun, ne grubun homojenliğinin öne sürülmesiyle ne de nicel verilere dayanarak heterojenliğinin gösterilmesiyle ilişkili bir sosyal tabakalaşma sorunudur. Bu daha ziyade, salt öğrencileri hedefleyen özgün bir kapitalist şiddet tertibatının, bir devlet ve sermaye stratejisinin varlığını göstermek ve kuşkusuz onunla mücadele etmekle ilgili politik bir sorundur. Tabakalaşma öncelikle bunun bir sonucudur.

Peki nedir bu tertibat, ya da daha doğru bir ifadeyle, hangi şiddet biçimlerini sarmalar ve nasıl işler bu tertibat?

Her tertibat gibi, öncelikle hangi probleme yanıt vermeye çalıştığını anlamak gerekir. Fakat bu problem(ler) tertibatın kalkış noktası olsa da, onu en baştan keşfetmek kolay değildir. Problemler, birer harekete geçirici neden olsalar da, gerçek etkilerin içinde eriyip gitmişler gibidir. Öyleyse tertibatı kuran problemin kendisine varmak için, tertibatın etkilerinden başlamamız, onun karmaşık çizgilerinin ve çapraşık ağlarının yoğunlaşır gibi olduğu mıntıkayı keşfetmemiz gerekecektir. Zira kendini gündelik deneyimin somutluğu içinde sunan öğrenci yoksulluğu öylesine alışıldık bir deneyimdir ki, onun soyutluğu anlaşılamadığı gibi, hangi soyutlama sürecinin ürünü olduğu da anlaşılamaz.

Öğrenciler kendilerini 1) evlerinden uzakta, gurbette; 2) kredi çekerek, kredi kartı kullanarak borçlanmış; 3) akademik hiyerarşi içinde hırpalanmış, işe koşulmuş; 4) hem okurken hem de okuldan sonra, kafelerin, barların ve bir dizi başka endüstrinin ucuz işgücü olarak güvencesiz bir konumda bulurlar. Her ne kadar bu dört temel varoluşsal boyuta başkaları eklenebilecek olsa da (kendi listenizi yapabilirsiniz), öğrencilik deneyimini üreten kapitalist tertibatın temel etkileri bunlardır.

Gurbet

Gurbet, en temelde, bakım emeğinin (eşitsiz bir şekilde bölüşüldüğü) ailevi ortamdan ve aşinalığın hüküm sürdüğü kısmen dayanışmacı “memleketten” uzakta olmak, yani gündelik yaşamın bütün irili ufaklı sorunuyla tek başına baş etmeye çalışmak anlamına gelir. “Yabancı öğrenciler” veya mültecilerin genç kuşaklarından “öğrencilik hakları” tanınanlar açısından gurbet deneyimi, daha ıstırap dolu ve tekinsiz bir deneyim olacaktır. Ayrıca gurbette öğrenci yurdu ve kiralık ev (“öğrenci evi”) ikilemi, Türk ve Kürt, erkek ve kadın, heteroseksüel ve homoseksüel, nihayet transseksüel öğrenciler için bambaşka ve özgül şiddetlerle de sarmalanabilir (Kürt öğrencilerin ev bulmakta güçlük yaşadığı kentler veya “kız öğrenci yurtlarındaki” ayrımcı giriş-çıkış saati disiplini). Fakat, her halükarda gurbet deneyimi öğrenciliğin kurucu boyutlarından biridir ve kendini beslenme, barınma ve temizlik noktasında gösterir. Yaşamın bütün bu alanları şimdi yeniden örgütlenmeli, fakat bu örgütlenme daima “bireysel sorumluluk” dayatması altında mümkün bütün yollarla bireyselleştirilmelidir. Öğrenci yaşamsal olan her şeyin para ilişkisinden geçtiği ve hepsinin bedelinin kendisi tarafından ödenmesinin gerektiği bir durumda bulur kendini. Ne kadar ucuz olursa olsun, okul yemekhanelerinden lokantalara, abur cubur yemeklerden fırınlara kadar her noktada beslenmenin, berbat, “öğrenciye özel” ayrımcı yüksek kira dayatmaları ile mantıksız yurt ücretleri yüzünden barınmanın ve çamaşır deterjanından her tür kozmetiğe temizliğin getirdiği bütün yükle baş etmelidir öğrenci. Üstelik bunu, elinde hiçbir güvenceli temel gelir bulunmaksızın (“ana-baba parası” veya “burs”, “öğrenim kredisi” güvenceli temel gelir değildir) tek başına yapmak zorundadır. Fakat herhangi bir temel gelirden yoksun olan öğrenci bunlarla baş edemez.

Borçluluk

Öğrenim kredisi, nadir de olsa banka kredisi (ABD’de daha yaygın ve standart), kredi kartları gibi mikro-tüketici kredilerinin oyuna dahil olduğu yer burasıdır. Bu krediler, öğrencinin bugünü kurtarması için (ölümü göster), geleceğini peşin peşin satması demektir (sıtmaya razı et). Borçluluk o kadar öğrenciliğin bir parçasıdır ki -ülkemizde 1962 yılında öğrenim kredisi verilmeye başlanmıştır-, bu bağı koparmak imkânsızdır. Nadir sayıda öğrenci buna ihtiyaç duymasa da, öğrenim kredisi öğrencinin bir dizi temel ihtiyacı için kaçınılmazdır. Günlük (beslenme kadar sosyallaşme ve kültürel ürünlere erişimi de kapsayan) ihtiyaçlar için ayrıca kredi kartlarına da başvurulur. Bu kalemler öğrencilik boyunca büyür ve öğrenci borçlanmanın en yoğun şiddetiyle sarmalanır. Artan yüksek öğrenim programları sayısının emek “piyasasını” ağır rekabete teslim ettiği ve toplumsal mücadelelerin gerilediği koşullarda, öğrenci nitelikli ve borçlu bir işsiz olarak mezun olur. Borçluluk öğrenciyi geleceğin ucuz işgücü, pazarlık gücü olmayan bir emek üreticisi haline getirir.

Okul-işine Koşulma

Üzerine konuşmanın en zor olduğu konulardan biri, okulda işleyen kapitalist iştir. Zira burası, yani öğrenim bizatihi iş olarak düşünülmediği için onun iş olduğunu söylemek ve dolayısıyla eğitim kurumlarının içinde vuku bulan işe koşmayı analiz etmek zorlaşır. Artan yüksek öğrenim kurumu sayısı ve azalan nitelikli kadronun bileşik etkisi, son derece doğallaşmış akademik işe koşulma biçimlerinin de şiddetlenmesi anlamına gelir oysa. Burada şiddetin en görünür olduğu yer, akademik ölçme ve değerlendirme mekanizması tarafından öğütülmeden “kariyer” denen hayatta kalma mücadelesine adım atmanın yolunu bulma zorunluluğudur. Akademik ölçme ve değerlendirme mekanizmaları, öğrenimin “çıktılarının” mübadele edilebilir bir eşdeğerlik biçimine tercümesini sağlar. Dil kullanımı, atıf sistemleri, akademik ölçekler, ödev ve araştırmalar, puanlama, not ortalamaları vb. aracılığıyla öğrenimin çıraklık boyutu (yani kendi kapasitelerini bir alana özgü göstergeleri çalışarak geliştirme deneyimi) sistematik olarak ilga edilir ve çitlenir. Tüm bir varoluşsal deneyimden geriye, tıpkı basım metinler kalır. Ayrıca, bilgi üretiminin kolektif düzlemi çitlenerek, son ürünler yabancılaştırılır ve hiç de nadir olmayan bir sıklıkla “profesyonel akademisyenin” hanesine yazılır (“makaleyi sen yaz, beraber imzalarız” ya da daha kötüsü, “sen yaz ben imzalarım”). Sömürgecilik bu boyutta yoğunlaşır, zira anadille ilişkili tüm problemler “dilin iyi kullanımının” kıstas olduğu bir noktada şiddetli dışlamalara yol açar. Ayrıca çeşitli bursların (devlet, vakıf ve şirketlerin burslarının) “başarı kıstası” dayatmaları da, okul-işini daha ıstıraplı hale getiren bir dayatma-güdülenme düzeneği oluşturur. Bursun kesilmesi korkusu, onu alan öğrenciler üzerinde uysallaştırıcı bir etki yaratır. Okul-işi tüm bu açılardan, emek-yoğun bir sömürü ve ücretlendirilmemiş bir emek biçimi olmakla kalmaz, proleter kitleler arasında sömürgeci ayrım ve eşitsizlik ilişkilerinin ve de uysal öznelerin kurucu mekanizmalarından biridir.

Güvencesizlik

Bu üç boyutun ayrı ayrı etkisi, öğrenciyi okurken çalışmaya iter. Geleneksel olarak (hangi “gelenekse” bu!) “öğrenci işi” olarak kabul edilen garsonluk ve hizmet sektöründeki (anketörlük gibi) diğer işlerden başlayarak öğrenci çalışmaya zorlanır. Daha doğrusu çoğu öğrencinin, aynı zamanda güvencesiz ve çoğu zaman kazıklandığı, açık şiddete, mobinge maruz kaldığı bir işi yoksa hayatta kalması ve öğrenimini tamamlaması imkânsızdır. Güvencesizliğin bu ilk deneyimi, geleceğini yitirmiş olan öğrenciyi şimdisinden de eder. Yani öğrencinin ne geleceği ne de şimdisi vardır, ikisi de sermaye tarafından çitlenmiştir. Fakat güvencesizlik, bir güvende hissetmeme hali olarak hem okul-işine, hem de her an kaybetme noktasında olduğu barınağına, beslenmesine yayılır. Nihayet okul sonrasında kalıcı bir probleme dönüşür. Denebilir ki öğrencilik deneyimi, ücret biçiminde dahi olsa herhangi bir temel gelire sahip olmamakla güvencesizliğin şiddetinin en yoğun olduğu deneyimlerden biridir.

Canlı Emeğin Direnişi

Belki de burada ortaya konandan çok daha fazla varoluşsal boyut bulunur ve her biri bu ironik adı, öğrencinin varoluşunu hem tanımlayıp hem de onu aşırı derecede yoksullaştırması bakımından hak eder. Fakat yine de bunlar, öğrencilik deneyimini kapitalist toplumlarımızda kuran bir soyutlanma sürecini ifade etmesi açısından seçildiler. Şüphesiz öğrenciler ellerindeki tüm araçlarla direnirler. Dahası öncelikle direnirler, zira öğrenciler hem akademik bilginin üretiminde, hem sosyal ilişkilerin (yakınlıkların ve dostlukların) üretiminde, hem kendi ve arkadaşlarının bedenlerinin (sevginin, ilginin ve desteğin) yeniden-üretiminde işleyen kolektif bir canlı emeğin parçasıdırlar. Bu canlı emek kolektifi, yalnızca insan bedenleri ve onların ifade araçlarından değil, çeşitli maddelerin, bilgi ve iletişim teknolojilerinin, sokak ve ev hayvanlarının, kampüsteki ağaçların ve bir dizi başka cansız nesnenin bileşiminden teşkil olunur. Bu haliyle öğrencilik deneyimi etkiler olarak tanıyabildiğimiz dört varoluşsal boyuttan daha derin bir koşul teşkil eden kurucu bir boyuta daha sahiptir. Bu da onların dizginsiz bir yaratıcı canlı emek kolektifinin parçası olmasından başkası değildir.

Bu kurucu boyutun etkileri ise öğrenci evi buluşmalarının, torrentten ve başka mecralardan indirilip izlenen filmlerin, yasal veya yasa-ötesi öğrenci topluluklarının gayretlerinin, market hırsızlıklarının, birlikte pişirip yeme akşamlarının ve kuşkusuz kesintisiz (ve kapitalist olmak zorunda olmayan) yatay bir hediye-borç ekonomisinin varlığında, ders notu paylaşımlarında ve (atölyeler gibi) otoöğrenim pratiklerinin işleyişlerinde gözlemlenir. Bunlar risksiz ve romantik anlamda “güzel” değildir her zaman, dahası zorunlu olarak herhangi bir görünür mücadeleyle de ilişkilenmezler. Ama görünür bir mücadele ortaya çıkarsa, bütün bu görünmez dayanışma-ortaklaşma pratikleri bir anda politik kudretler kazanabilirler.

Öyleyse öğrencilik deneyimini üreten kapitalist tertibatın kurucu problemini burada bulacağız. O etkin bir canlı emek kolektifini bireyselleşmiş emek üreticileri haline getirmeye çalışır, onun problemi, derdi, tasası budur. Bulabildiği her yolla, öğrenciyi varoluşunun kaçınılmaz kolektif zemininden söküp alarak proleterleştirir. Proleterleştirmeyi burada yabancılaşma kavramını yoğunlaştırmak amacıyla, “yaşam üzerindeki öz-denetimin kaybı” olarak kullanıyorum. Bu canlı emeğin yaşam koşulları üzerindeki denetimin borçlandırma, güvencesizleştirme, yalnızlaştırma, bireyselleştirme, işe-koşma yoluyla sermayeye geçmesi anlamına gelir. Okullar sınıf mücadelesinin mekânıysa ne sadece öğrenciler geleceğin işçileri (veya işsizleri) oldukları için, ne de okulda bir dizi (temizlik işçilerinden akademisyenlere) ücretlendirilmiş emek üreticileri olduğu için böyledir bu. Bunlar da önemli olmakla birlikte, asıl problem yüksek öğrenimin bir proleterleştirme, bir kökensel birikim alanı, canlı emeğin ücretli emeğe tercüme edildiği bir şiddet yuvası olmasındandır (bundan ibaret olmasa da). Bütün bunlar öğrenciliği kent yoksulları kitlesinin büyük ve mühim bir parçası yapar ve öğrencilik kenti, bir yoksul olarak deneyimlemek demektir.

Yorum bırakın