Türkiye Weimarlaştı mı?

Bu yazıda amacım karşılaştırmalı faşizm tartışmaları literatürüne akademik bir katkıda bulunmak değil. Bir tarih okuması da yapmıyorum. Ne de bizzat karşılaştırma meselesinin faşizm bağlamındaki işlevleri ya da işlevsizlikleriyle ilgiliyim. Amacım son derece konjonktürel bir soru sormak. Soru şöyle: Türkiye’deki konjonktürel dinamikler, Nazizm öncesi Weimar Cumhuriyeti’ndeki konjonktürel dinamiklerle örtüşüyor mu ya da bu dinamiklere yakınlaşıyor mu? Bu sorunun yanıtı, güncel kaygı nesnemizde bir kaymaya, bir bakış açısı değişimine yol açabilir.

George Grosz, Pillars of Society, 1926

Neydi peki Nazizim öncesi Weimar Cumhuriyeti? Weimar Cumhuriyeti, Birinci Dünya Savaşı sonrası Alman yenilgisinin faturasının monarşiye kesilmesiyle 1919’de Weimar’da toplanan kurucu meclisin yaptığı anayasa temelinde kurulan parlamenter rejimin “Alman İmparatorluğu” (Deutsches Reich) ismini muhafaza etmesine rağmen, belki de bu yüzden aldığı “lakap”tır. Bu parlamenter rejim savaş yenilgisi kadar Almanya’da yükselen proleter devrimin boğazlanması üzerine kurulmuştur. Galipler, yeni anayasayı ve rejimi ancak, Rosa Luxemburg ve Karl Liebknecht’in önderliğindeki devrimci dalgayı kanla bastırarak yürürlüğe koyabilmişlerdir. Fakat burada önemli olan şey tarihsel olaylar değil, dediğim gibi dinamik. Bu dinamiği beş veçheye ayırmak mümkün:

1) rejimi sarsan devrimci mücadelelerin rejimin muktedirlerini güvensizleştirmesi;

2) (sosyal) demokrat rejimin (“sosyal” bir yana) demokrat barutunun tükenerek olağanüstülüğü kalıcılaştırma yönünde adımlar atmaya başlaması;

3) rejimin ilk evresindeki (1919-1929) küresel sıcak para akışının 1929 küresel kriziyle kesilmesi sonrası açığa çıkan finansal krizle orta sınıfların sınıfsal konumlarını kaybetmesi, işçi sınıfı başta olmak üzere geniş kitlelerin aşırı yoksullaşması, öyle ki Weimar döneminin sefâhat aleminin giderek daha küçük bir azınlığa mahsus hale gelip, sefaletin derinleşip yaygınlaşması;

4) bu ortamda, hem 1919’daki kanlı karşı-devrim hem de kısmen mevcut sol partilerin bürokratikleşmesi yüzünden, güvencesizleşen ve yoksullaşan kitlelerin sol bir mecrayla temasının zayıf kalması;

5) bir günah keçisinin (Yahudi toplulukların) varlığı.

Sayıları arttırılabilir olsa da bu beş veçheli dinamik, Nazizm biçiminde tam tekmil zuhur edecek faşizmin mayalanma ortamını oluşturdu. Aslına bakılırsa Türkiye de demokrat eğilimli/görünümlü AKP’yi iktidara taşıyan ekonomik ve politik bir kriz sonrasında, işçi sınıfının, Kürtlerin, kadınların ve LGBTİQ+ bireylerin yıllara yayılan mücadelelerinin rejimin krizini derinleştirdiği bir bağlamdan geçti. Takip eden Gezi ve Kobane gibi olaylarda/mücadelelerde bu mücadele/kriz çizgileri farklı şekillerde kesişerek ya da kesişmeyerek rejimin muktedirlerini güvensizleştirdi. AKP, bu olayların ardından giderek daha fazla olağanüstü yetke kazanarak yaşadığı sarsıntıyı atlatmak üzere daha şedit araçlara başvurmaya başladı. Üstelik kendi iç ittifakı da çatladı, iç çatışmalar yaşadı. Daha önceki yıllarda, kısmen ABD Merkez Bankası’nın dünyaya pompaladığı sıcak para sayesinde gerçekleşen devlet borçlanmalarının, içeride çok sayıda boğazı besleyebilecek şekilde dağıtılması sayesinde sürdürülen istikrar da çözülmeye başladı. 2007 Mortgage krizinden itibaren sıcak para musluğunun adım adım kısılması, 2010’lu yıllarda hepten kurumaya başlaması, tüketici kredileri gibi ek finansal araçlarla alım gücü şişirilmiş orta ve alt sınıfların, reel ücretlerin düşüşüne paralel bir şekilde hem borçlarını ödeyememelerine hem de alım güçlerinin ivmelenerek düşmesine yol açtı. Üzerine her türden kayırmacılığın yarattığı adaletsizlik ve son olarak pandeminin getirdiği ekonomik daralma, son bir yıldır Türkiye’de küçük bir azınlığın aşırı zenginleşmesini ve daha geniş kitlelerin yoksullaşmasını getirdi. Bir tarafta sefalet aşırılaşırken, diğer yanda azınlığın sefâhat alemi, bütün doyumsuzluğu ve arsızlığıyla ortalığa saçıldı. Fakat bu yoksullaşan kitleler sola yönelmek yerine, giderek sağa ve milliyetçiliğe savrulmaya başladı.

Weimerlaşma dinamiğinin ilk dört bileşeni zaten önümüzde duruyor, ancak faşizmin gerçek mayası olan günah keçisi yoktu. Görünen o ki Türkiye nihayet mülteciler şahsında günah keçisine de kavuştu. Bu kavuşmanın işareti sadece sosyal medyadaki hezeyan değil, sokaklara yayılmaya başlayan şiddet de tedirgin edici bir işaret. İltica sorununun (eğitimi ve denetimi içeren) küresel (veya en azından AB çapında) adil ve doğru düzgün bir çözümünü aramak yerine, mültecilerin, “kelle başı” hesabıyla, sıcak para ve ucuz, güvencesiz emek-gücü bağımlısı bir hükumet ve kapitalist sınıf tarafından “kucaklanıvermesi”, alım gücünü yoksullaşarak kaybeden orta ve alt sınıftan belli kesimlerin öfkesini tetikledi. Meşru sorularla faşist hezeyanları ayırt edebilmenin güçleştiği bu gergin ortam, şu an belki de faşist partisini bekliyor. Bu boşluğu doldurmaya aday birkaç parti var, ancak bu boşluk henüz dolmuş değil. Lâkin tarih boşluğu sevmez. “Faşizm” ismini mevcut rejime ayıranların aksine, bu rejimin mimarı partinin ve cumhurbaşkanının yarattığı tahrifatın bu defa ondan da “faşist”, has ve tam tekmil faşist bir partiye/harekete yol verip vermeyeceğini kendimize sormalıyız. Türkiye, günah keçisinin de belirmesiyle birlikte Weimarlaşma sürecini tamamlamış görünüyor ve gelmekte olan daha sert iklimin kötücül hayaletleri bir bir zuhur ediyor. Türklüğün içine girdiği krizle de birleşen bu konjonktürde, canavarlardan canavar beğenmek istemiyorsak harekete geçmenin yollarını bulmamız gerekiyor.

Yorum bırakın